Belli ki arka planda da dağınık bir yatak var.
Kadını sırtından görüyorum.
Hafif öne eğilmiş.
Üzerinde ince askılı, kombinezon gibi siyah dekolte bir şey.
Ayaklarını serbestçe ileri uzatmış. Ayakkabı desen, tam vintage.
Yerde eski, çok eski bir kova.
Yine çok eskilerden kalmış iki alelade sünger.
Yuvarlak bir masanın ayakları çıkarılmış, üstü duvara yaslanmış.
Belli ki ya bahar ya hazan mevsimi temizliği var.
Her şey sıradan, her şey basit. Bir o kadın hariç.
Yüzünü görmeseniz, gözlerindeki ifadeyi, dudaklarına yerleşmiş manayı seçemeseniz de, o kadın farklı.
Arkasında dağınık bir yatak bırakmış her kadın gibi sırtından kendini seyrettiriyor.
* * *
Dün evdeydim.
Evi özlemişim.
Çocukluğumun, gençliğimin, İzmir’in rutubetli aylak öğleden sonralarını özlemişim.
Evde badana var, boyacılar çalışıyor.
Üzeri örtülmüş eşyaların arasında evimi seyrediyorum.
25 yıl ne çabuk geçmiş, gitmiş; giderken eski dolaplarda kalmış ne öfke, ne kin, hepsini alıp götürmüş.
Eskilere, 15 yıl öncesine dönüyorum. Yazılarımın logosundaki “Politika” kelimesini atarken nasıl mutlu ve umutlu olduğumu hatırlıyorum.
Kendimi siyasetsiz bir yazı hayatına hazırladığımı; rızkımı sadece insanlardan, keyiflerden, hüzünlerden, hayatın “şey”lerinden söz ederek kazanmayı hayal ettiğimi düşünüyorum.
Ne safmışım; ben onu bırakmışım, onun iki eli yakama yapışmış, hep öyle kalmış.
O kahpe siyaset, burnuma halka geçirmiş, beni hüzünlü bir dansçı ayıya çevirmiş.
Hep o çalmış, hep beni oynatmış.
Dağınık evin ortasında, “Hello” dergisine bakıyorum.
Madonna’nın Dolce Gabanna’nın yeni sezon çekimleri beni yine allak bullak ediyor.
Bir İtalyan kasabası, bir yemek masası.
Masanın etrafına her yaştan erkek oturmuş. Tek kadın o. Masanın kraliçesi.
Üzerinde göğüslerini açıkta bırakan siyah dantelli, dekolte bir elbise; göğüslerini siyah incecik bir tülle perdelemiş.
O incecik tül, Dante’nin Beatrice’si gibi, beni alıp, teşhirin saklı bahçesine sokuyor.
Sol elini sandalyenin koluna dayamış. Dayamış değil, sere serpe bırakmış. Davetkâr.
Başı da hafifçe havada, burnu da.
Kibirle gurur, cazibeyle tahrik arasında bir bakış; alenen, pervasızca “Ben kadınım” diyor.
Kendinden emin; “50’li yaşlarımı hayatımın en güzel yaşı haline kendim getirmişim” dercesine bir afra tafra.
Ama hepsi hak edilmiş. Hepsi ona yakışıyor.
Hemen yanı başında hünsa bir erkek.
Madonna, her yaşa, herkese, her ahlaka kafa tutuyor, efeleniyor.
Edip Cansever’in şiiri geliyor aklıma:
“Bir ruh mu bu kadın -Cemile-
Nereye değdirsem ellerimi
Masaya, perdeye, konsola
Onunkine değmiş oluyor biraz
İnatla çekiyorum. Ellerimi çoğu kez.
Gizlemem bundan.”
* * *
Madonna’nın fotoğraflarına bakıyorum ve o aynı duyguya bir kere daha iman ediyorum.
Kadının yaşı yok.
İyi ki yok.
İyi ki, her yaşını en güzel yaşına dönüştürebilen mükemmel bir simyacı o.
İyi ki o kadınlara tapan erkekler de var.
İyi ki onlar da böylesine mükemmel birer simyacı.
Seyretmeyi, tapınmayı, hayran olmayı, abartmayı biliyorlar.
* * *
Boyacılar çalışıyor.
Üstü örtülü eşyaların arasında dalıp gitmişim; çaresizce bir muhatap arıyorum.
Birisine seslenmek istiyorum; “Kurtar beni buralardan” diye bağırabileceğim meçhul bir adres soruyorum.
Bu görüntüler, bu hüzün bana “Serseri Mayınlar”ı, Ferzan Özpetek’i hatırlatıyor.
İşte adres o; hiç tanımadığım, hiç karşılaşmadığım bir insan.
Haykırmaya başlıyorum:
“Sevgili Ferzan, çağır beni bu İtalya’ya; Lecche’de bir masa kuralım, geceler boyunca konuşalım.”
Benim dünyam, insanların özgürce konuşabileceği, özgürce yazabileceği, özgürce kahkahalar atabileceği, özgürce ağlayabileceği; utanmadan, saklamadan, hüngür hüngür, zırıl zırıl ağlayabileceği bir dünya.
Madonna’nın idolü Anna Magnani. Ben de Marcello olmak istiyorum.
Siyah takım elbise, beyaz gömlekler giymek, siyah gözlükler takmak; “Danalar” gibi aylak aylak dolaşmak istiyorum.
Ne 12 Eylül’ün rövanşı, ne şundan ne bundan nefret.
İçimde ne kapanmamış bir hesap, ne mazinin kini, ne şimdinin öfkesi, ne yarına bırakılmış soğuk bir intikam şerbeti.
O insafsız yerçekiminden kurtulmuş, ana rahmine dönmüşüm.
O harikulade plasentanın içinde serbestçe uçuyorum. Mutluluk taklaları atıyorum.
Ve haykırıyorum: Arkadaş ben, Ben olmak istiyorum.
Sadece Ben...
Ertuğrul Özkök
23.07.2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder